Lise yılları geride kalmıştı…

Hayalini kurduğu, düşlediği Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmıştı. Artık forma giymeyecekti. Süveter, blucinle fakülteye gidebilecek, farklı bir dünyaya adım atacaktı.

İlk günlerdi…

Kantinde konuşuyorlardı. Karşı masada oturan Kimya Fakültesi’nde okuyan Mete, üniversitenin en başarılı üstelik en yakışıklı öğrencisiydi. Göz göze geldiler. Yakışıklı, masasından kalktı kendinden emin adımlarla yanına geldi.

“Seninle konuşmak istiyorum, dışarı çıkalım mı?

“Olur,” deyiverdi…

Önce gururlandı, bütün kızlar onun peşindeydi. Sonra, “Ne konuşabilirdi ki benimle…” diye düşündü. Kampüsten çıktılar. Yakınlardaki Kafe’ye doğru ağır adımlarla yürüdüler. Hava soğuktu.

“Üşüyor musun?”

“Biraz,” demesiyle kolunu omuzuna atması bir oldu. Tepki vermedi… O soğukta ter bastı içini. O kadar rahat hareket ediyordu ki… Rahatlık ona da geçti. Sessizce yürüyorlardı. Kafe’ye girdiler, birer çay söylediler. Cebinden ‘Yeni Harman’ sigarasını çıkardı muhtar çakmağıyla yaktı. Bir sigara da ona tuttu. İstemem demedi.

“Bugün bu kaçıncı sigaran?”

Mahcup bir ifadeyle “İlk” diyebildi. Çay ve sigaralarını içerken, havadan sudan konuşmaya başladılar. Mavi parlak gözlerini onun gözlerine dikmişti.

“Bak Firuzan, seni ilk gördüğüm andan beri aklımdan çıkmıyorsun. İyisi mi içimde tutacağıma, yüzüne söyleyeyim dedim. Belki biliyorsun ben devrimciyim. Bir yanda polis, öte yanda okuldaki faşistler peşimde. Yakalasalar ‘annen güzel mi?’ demezler… Anlayacağın yarın ne olacağım belli değil. Bu nedenle içimde saklayamadım. Şimdi soruyorum sana, benimle sevgili olur musun?”

Tutuldu kaldı…

Okuldaki kızlar bu sözleri duymak için neler vermezdi. Sustu, bir şey diyemedi. Hiçbir özelliği yoktu. Çok daha güzel kızlar vardı okulda. Üstelik de devrimci kızlar… Şaşkın bakışlarla sordu:

“Bende ne buldun Mete?”

“Duygu yüklü bakıyorsun, yetmez mi?”

“Evet,” deyiverdi birden. “Sevgilin olurum.”

Pişman olmuştu dediğine…

Öğrenci olayları, işgaller, boykotlar, silahlı çatışmaların gittikçe artmaya başladığı yıllardı. Okullar, yurtlar hatta mahalleler bile siyasi guruplar tarafından paylaşılmıştı. Mete, gür bıyıklarını solcuların hâkim olduğu bölgede yukarıya, sağcı bölgelerde ise, aşağı doğru salıyordu. Bazen de uzun saçlarıyla durumu kurtarıyordu. Ama “Müteferrika” dan kurtulamamıştı. 1 Mayıs kutlamalarında bir adı da “Müteferrika” olan 2.Şube’ye atmışlardı. Yüzü gözü morarmıştı. Korkunç bir yerdi Müteferrika. Tek sıra kuyruk oluşturmuş, görevi dayak atmak olan polisin önünde sıralanmışlardı. Yanındaki taze polis memuruna soruyordu:

“Bunun suçu ne?”

“Hırsızlık”

“Aç avucunu.

“Şrak!”

“Bunun ki?”

“Gasp”

“Şrak”

Elindeki copu büyük bir hırs ve zevkle indiriyordu avuçlarına. Bazen de peşinden bir tokat ya da tekme. Sıra ona gelmişti:

“Bunun ki?”

“Siyasi”

“Geç…”

Rahatlamıştı.

1975 yılının ilkbaharıydı. Doğa kendini yeniliyor. Her taraf mis gibi çiçek kokuyordu. Sokaklarda çiçek kokularını soluyarak dolaşıyordu. Aklına lisedeki sevgilisi Ömer geldi. Ömer’in biçimli bir yüzü, duru mavi gözleri, çalı gibi kaşları vardı. Yer yer sert çizgili olan yüzü hemen her zaman ağırbaşlı ve ciddiydi. Bakışlarında, her hareketinde, hatta hareketsiz duruşunda bile bir canlılık göze çarpardı. Zihni de vücudu da kurulu bir yay gibi her an harekete hazırdı.

Yıllarca o soruyu ondan beklemişti. Şimdi daha yeni tanıştığı birisi ‘dan’ diye soruvermişti, “sevgilim olur musun? Diye. Gururunu okşamıştı. Kendine güveni artmıştı. Sonra, duygu yüklü baktığını söylemiş, ruhuna seslenmişti.

Kafe’den kalktılar…

Sımsıkı tuttu elini. Dışarıda el ele gördüğü sevgililere bakıp, “Neden bir sevgilim yok?” diye hayıflandığı zamanlar geldi aklına. İşte artık onun da bir sevgilisi vardı. Hem de üniversitenin en yakışıklı, en devrimci, en gözde delikanlısıydı. Gün boyu el ele, göz göze dolaştılar.

İnsanların kalbi sevgi ile çarpsa, birbirlerine sevgi ile bağlansalar, hayvanlara, ağaçlara, ırmaklara, denize sevgiyle baksalar… Hayat cennet olmaz mıydı?

Mutluluktan uçuyordu…

Kafasındaki soru işaretleriyle aylar nasıl geçmiş anlamadı. O gece akşam yemeğine çıktılar. Adını duymadığı bir Rus Restoran’ına gittiler. Tarihi bir mekandı. Devrim sırasında Rusya’dan kaçanlardan birisi açmıştı 1924’de. Atatürk de birçok kez yemek yemişti burada. Restoranın adı “Rejansé” di. “Üslup” demekmiş. Sanat Tarihi Hocası söylemişti; 14. Louis çağının barok üslubu ile 15. Louis çağının rokokosu arasındaki üslup aşaması anlamındaymış.

Masada tek bir gül vardı.

Hafif müzik loşluğu dolduruyordu. Masayı aydınlatan iki mum ışığı, gözlerinde mutluluk parıltısı geceyi el ele aydınlığa çevirmişlerdi. İçtiği votka uykusunu getirmişti…

1976 yılıydı…

Yeni yıla TRT’de dansöz ve Zeki Müren ile girmişlerdi. Tombalalı bir geceydi. Babaannesi başında örtüsü, elinde tespihi onları izlemişti.

Babaannesine düşkündü…

Kısa şubat ayının son akşamı eve döndüğünde kapıdaki kalabalıkla karşılaştı. Zihninde kötü hisler belirdi. Komşu Sıdıka Hanım önünü kesti “Kızım neredesin sen…Babaannen namaz kılarken fenalaşmış, hastaneye kaldırmışlar. Beyin kanaması demişler.”

Hiç beklemiyordu bunu.

Sedyeye koyup götürmüşler, annesi de birlikte gitmişti. Babaannesinin ölebileceği düşüncesi onu kahretmişti. Hıçkıra hıçkıra ağladı.

Zor bir çocukluk yaşamıştı. Memur olan babasının görevi nedeniyle, konar göçer bir çocukluk sürmüştü. Şekerin bulunmadığı, üzümle çay içilen yıllar geçirmiş, yoksunluk yıllarına tanık olmuştu. Şanslıydı ki, babasının kitaplığından beslenmiş, kitap tutkusu ayakta kalmasını sağlamıştı.

Sonunda… Herkes gibi babaannesinin gideceği yer de belliydi. Afşar Timuçin’in şarkı olan dizelerindeki gibi:

“Bir çiçek yılı sonra kim bilir hangi rüzgârda / Bin umut yılı sonra kim bilir hangi göktesin.”

Annesi ve babası sapsarı yüzle döndüler eve. Babası eve girer girmez yatak odasına gitti, kapıyı kapattı. İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu. Annesi salonda bir koltuğa çökmüş, heykel gibi duruyordu. Babaannesinin seccadesi, tespihi, terlikleri yerdeydi. Kahve tepsisi, gelincik sigarası tek bacaklı sehpa üzerinden öylece sessiz bakıyordu. Katıla katıla ağlamak istedi. Babaannesi, artık yoktu… O neşeli kahkahalarını duyamayacaktı. Acılı yaşamı bilen babaannesinin ona bıraktığı anılarıyla yaşayacaktı artık.

Komşu evin radyosundan Erol Evgin sesleniyordu:

“Hani ıssız bir yoldan geçerken / hani bir korku duyar ya insan / hani bir şarkı söyler içinden / işte öyle bir şey…”

Hayat tüm ağırlığıyla üstüne yıkılmıştı. “Hayat senden korkmuyorum,” derken Mete ile sevgili olduklarını anımsadı.

Bir yanda mutluluk bir yanda ölüm vardı.

Yaşamak dediğin nedir ki? diye düşündü. Dünyaya geldiğin anda başlayan bir eziyet değil mi?

Selim Esen
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)